Hâtûniye Dergâhı’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki Hizmetleri

Hâtûniye Dergâhı müntesibleri, İstanbul’un işgâli sırasında işgâl kuvvetlerinin silah ve cephânelerini kaçırarak İnebolu’ya göndermişlerdir. Bu iş, dergâhın vekil şeyhi Sâdeddin Geylânî Hazretleri’nin idâresinde yapılıyordu. Hüseyin Nazmi Geylânî de bir nefer gibi çalışıyordu.

Hizmetlerin çoğu sır olarak kalmıştır. Konu hakkında birinci elden en sağlıklı bilgi, Hüseyin Nazmi Geylânî Hazretleri’nin Kadir Mısıroğlu’na aktarmış olduğu mâlûmâttır. Aşağıda yazılanları, Kadir Mısıroğlu’nun Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler adlı kitabından naklediyoruz.

“Silah ve cephâne depolarına gāyet yakın bir mıntıkada, Eyüp sırtlarında bulunan Hâtûniye Dergâhı, Türk Kurtuluş Savaşı’na silah ve cephâne kaçırmak sûretiyle en ziyâde hizmet eden merkezlerden biri olmuştur. Bu dergâhın dindar ve vatansever müntesibleri, Merhum Şeyh Sâdeddin Ceylan Efendi’nin sevk ve idâresi altında, ecnebî askerlerin kontrolündeki silah depolarını boşaltarak İnebolu’ya nakle muvaffak olmuşlardır.

Sâdeddin Ceylan Efendi aslında Kādirî Tekkesi şeyhi idi. Fakat bu sırada Hâtûniye Dergâhı şeyhliğine de vekâleten bakıyordu.

Bu faâliyete bilfiil iştirâk etmiş olan ve Şeyh Sâdeddin Ceylan Efendi’nin hâlen hayatta bulunan oğlu Nazmi Ceylan Efendi — son derece mahviyetkâr olmasına rağmen — vâki israrlı taleplerimizi kırmayarak bize aşağıda hülâsa edeceğimiz mâlûmâtı vermek lütfunda bulunmuşlardır.

‘Merhum pederim Sâdeddin Ceylan Efendi, Kādirî şeyhi olduğu gibi, bütün ecdâdı da bu tarîkatin şeyhliğini yapmış bulunan bir âilenin mensubu idi. Kādirî Tarîkatı içinde Mustafa Âhî Hazretleri’nden gelen bir kolun son muktedir mümessillerindendir. Bu sebeble pederimin temsil ettiği tarîkata Kādirî’nin ‘Âhî Kolu’ ismi verilir.

Sultan Selim-i Sâlis devrinde Hâtûniye Dergâhı’nın şeyhliğini yapmış olan Selim Efendi, mûsikîye gāyet âşinâ olduğundan o zaman Sultan da oraya gelir ve mûsikî âlemleri yapılırmış. Orada gāyet berrak ve iyi evsâflı bir su vardır. Şeyh Efendi bu suyun başında semâveri kurar, Sultan Selim-i Sâlis de hazır bulunduğu hâlde dînî mûsikî parçaları icrâ edilirmiş.

İşgâl sırasında buranın idâresi uhdesinde bulunan merhum pederim Şeyh Sâdeddin Ceylan Efendi, bu hizmet ve fedâkârlıkların yazılıp çizilmesine, herkese îlân edilmesine hiç bir zaman taraftar olmamıştır. Hakîkaten ben de, onun bu arzu ve hissiyâtına uyarak bu faâliyetten şimdiye kadar hiç kimseye bahsetmedim. Bâzı gazete ve yazarların mürâcaatlarını da is’âf etmedim. Fakat sizin buraya kadar birkaç defa teşrif ederek ısrâr etmeniz karşısında bugüne kadar hassâsiyetle tâkib ettiğim bu prensipten ayrılmaya mecbur kaldım.

Merhum pederim, zaferden sonra tekkemiz mensublarının, düşman tehdîdi altındaki hizmetlerinin tesbit ve yazılmasına ve hatta bunlardan bir çoğunun istiklâl madalyası almasına da şiddetle muhalefet etmişti. Zaferden sonra bir gün istiklâl madalyasına hak kazananları tâyin ve tesbit maksadıyla böyle bizim gibi gizli çalışanları arayıp bularak kaydeden Bahriye Kaymakamı Yarbay Tevfik Bey [Eyüp-Fâtih Askerlik Şûbesi Başkanı], ziyâretimize gelerek bu hususta bâzı suâller sordu. Kendisine verdiğim cevapları yazmakta bulunduğu bir sırada, içerdeki odadan konuşmalarımızı duyan merhum pederim, ikindi namazına gitmek üzere abdest almış, kollarını kuruluyordu.

— Oğlum, bu yaptığınız nedir, ne yapıyorsunuz?

diye sordu. Ona durumu anlattık. Bunun üzerine:

— Oğlum, biz bu işi madalya için yapmadık! Biz derviş adamlarız. Bize din ve vatan yolunda vâcib olan bir hizmetin karşılığı olarak madalya almak yakışmaz. Lütfen o yazdıklarınızı yırtınız.

dedi. Tevfik Bey’in israrlı ricâlarına rağmen kararından dönmedi. Notları gözünün önünde yırttırdı. İşte bu vak’a dolayısıyla Eyüp’deki Kuvâ-yı Milliye çalışmalarının bir çokları sır hâlinde kalmıştır. Esâsen aradan çok zaman geçti. Artık bu işleri bilen de kalmadı. Hepsi bir bir Hakk’ın rahmetine kavuştular. Ben de bu yıl yetmiş yaşıma bastım. Bu sebeple o fedâkârâne hizmetlerin artık birçoğunu hatırlamama imkân kalmadı.

Biz Eyüp grubunda çalıştık. O zaman İstanbul’da bu silah kaçırma işini idâre etmek üzere ‘Mim Mim Grubu’ adiyle gizli bir cemiyet vardı. Bizim tekke ile bu gizli teşkîlât arasında irtibât sağlayan ve Eyüp’deki faâliyetin reisliğini yapan, edebiyât muallimi Hâfız Kemâl Bey idi [Kemâl Koçer]. Bu zât daha sonradan Bilecik meb’ûsu olmuştur. Bayezid’de, şimdi yıkılmış olan bir kahvehânede herhangi bir müşteri gibi oturur ve teşkîlâtı idâre ederdi. Ben de gazete satmak bahânesiyle o kahvehâneye girer, kendisine istediği bir gazeteyi verirken içine iliştirilmiş veyâ bir kenarına şifreli olarak not edilmiş bulunan haberi böylece ona ulaştırırdım. Gazete satarak bir müddet dolaştıktan sonra tekrar yanına geldiğimde:

— Al oğlum, bu gazeteyi okudum. Sen bunu tekrar satarsın.

diyerek bana iâde ederdi. Bu iâde edilen gazetenin iç sâhifelerinin münâsib bir yerine cevâbını veyâ emirlerini not etmiş bulunurdu.

Hâtûniye dergâhı, dört, beş dönümlük geniş bir arâzinin içinde idi. Bu saha aşağıda dere içinde başlayıp yukarıda Piyer Loti’ye kadar devâm ederdi. Bu sebeble orası etrâfında ev vesâire olmayan ıssız bir yerdi. Bu yüzden size hikâye etmeye çalıştığım hizmetler burada nisbeten kolaylıkla îfâ edilebilmiştir.

Ne hazindir ki; Kurtuluş Savaşı’nda bu kadar büyük hizmet ve fedâkârlıklara sahne olan bir dergâh, bugün bakımsızlık yüzünden, birçok emsâli gibi harâb ve yıkılmış bir durumdadır. Arâzisi, tekkenin ilk kurucususun vârislerine âit olduğundan, burasını parça parça satmışlardır. Şimdi ise, gördüğünüz gibi, etrâf tamâmen binâ dolmuştur. İstanbul’un birçok semtlerinde olduğu gibi burada da binâların bir kısmı, mezarlıklara tecâvüz edilerek, birçok meşhur ulemâ ve meşâyih kabirleri üzerine kurulmuştur.

Civar sırtlardaki silah depolarından kaçırdığımız silah ve cephâneleri önce dergâhın bitişiğindeki küçük câmiin minâresine doldurup saklardık. Aşağıda, Haliç kenarında ise İplikhâne Askerî Kışlası vardı. Oradan İsmâil Çavuş adında bir asker dergâha gelerek bize silah kullanmasını ve bomba atmasını öğretirdi.

Bu silahları etrâfı gözetleyerek tenhâ bir zamanda ve ekseriyâ geceleyin arka tepeye geçip, Kaşgârî Tekkesi’nden aşağıya doğru indirirdik. O zaman orada İplikhâne Hastahânesi vardı. Pederim Sâdeddin Ceylan Efendi, aynı zamanda oranın da imamıydı. Onun bu vazîfesi işimize çok yarıyordu.

Esâsen ben de Harb-ı Umûmî’de tabur imamı olarak vazîfe görmüştüm. Bu hastahâneden temin ettiğimiz tabutlar içine silahları yerleştirir, gûyâ birisinin cenâzesini taşıyormuş gibi tekkenin bitişiğindeki câmie getirirdik. O zaman oranın Reksek Recep adında bir muhtarı vardı ki evi yol kenarındaydı. Bu evin Hakkı Efendi adında bir bekçisi vardı. Bu zâtın Arap asıllı olan Seniha Hanım adındaki âilesini gözcü olarak kullanmak sûretiyle hastahâneden aldığımız silahları tabut içinde önce bi eve getirir, sonra da Reşâdiye Mektebi’ne taşırdık. Orada sandalcı Osman Ağa vardı. O gelir, Bostan İskelesi’nden bu silahları kayık veyâ motora yükletirdi. Hemen bitişikte bir de imâret vardı. Bu imâretin ambarından alınan mısır v.s. gibi zahîreyi dökmek sûretiyle silahların üzeri örtülürdü.

Silahları depolardan çalabilmek için tatbik ettiğimiz çeşitli usûller vardı. Bunlardan biri de o zaman boş olan bu tepelerde çobanlık yapmaktı. Şimdi Taşlıtarla denilen yerde Kanlıçınar adında büyük bir çınar ağacı vardı. Mahallenin çobanı Kel Şükrü ile orada buluşuyordum. Bu zât gāyet fakirdi. Yegâne azığım olan katıksız ekmeğimi onunla bölüşüyordum. Bu sûretle onunla ahbablığı ilerleterek kendisinden istifâde imkânını sağladım. Kel Şükrü gāyet güzel kaval çalardı. Kaval çala çala hayvanları otlatmak bahânesiyle silah depolarına yaklaşıyordu. Kel Şükrü’nün bir de Bulgar kasaturası vardı. Silah depolarının kerpiç duvarlarını bu kasatura ile delerek içerdeki silah ve cephâneyi boşaltmaya başlardık. Bir de merkep tedârik etmiştik. Depolardan aşırdığımız silahları çuvallara doldurarak bu merkebe yüklerdik. İçinde silah bulunduğunun anlaşılmaması için de tırnav kökü çıkararak çuvalların üzerine sarardık. Bu kök, odun gibi yakmak için kullanılırdı. Bu sûretle civardan odun toplamış gibi bir tavır alarak tekkenin yolunu tutardık.

Bu depoların başında ekseriyâ Hintli askerler bulunurdu. Bâzen çamaşır v.s. yıkamak için dereye inerlerdi. Bu vaziyette onların şüphelerini celbetmeden yanlarından geçebiliyorduk. Bir müddet sonra işi geliştirerek merkep yerine bir atla taşımaya başladık. Bir gün bu depoda açtığımız gedik çöktü. Şükrü bir akşam depoda mahsur kaldı. Ertesi gün binbir korku içinde Şükrü’yü çıkardık. Buna rağmen Keçesuyu denen yerdeki bu cephânede ne var ne yoksa hepsini çıkardık.

Bir defasında Ramazan münâsebetiyle Ramazan davulu çalıyormuş gibi bir mânâ vererek davulun içinde el bombalarını kaçırdım.

Bu faâliyeti bir hayli devâm ettirdikten sonra, fiilen cephede çalışmak üzere, silah kaçıran motorlardan biriyle Anadolu’ya geçmeye teşebbüs ettik. fakat yakalanarak Arabyan Han’a götürülüp hapsedildik. Burada husûsî sûretle feryâdımızın dışarıdan duyulmasını önleyecek bir tertîbât alarak günlerce kırbaç altında inletildik. Teşkîlâtın binbir güçlükle temin edebildiği husûsî bir tavsiye ile buradan kurtulduksa da bu sûretle Anadolu’ya geçememiş olduk. Fakat kurtulur kurtulmaz eski vazîfeme daha hırslı olarak yeniden başladım.

Bu hizmeti sevk ve idâre ettiği için Sâdeddin Ceylan Efendi’yi vazîfesinden attılar. Zaferden sonra, aslen Eyüplü olan Ankara vâlisi Yahyâ Gâlib’in tavassutu ve ilk Diyânet İşleri Reisi Rifat Hoca’nın delâleti ile tekrar vazîfesine dönebilmiştir. Epey bir müddet açıkta kaldığı için bir hayli sıkıntı çektik. Fakat hamdolsun hizmeti aksatmadan yürütebildik.’   ”

Şunu da söylemek gerekir ki, bu çalışmalar tam anlamıyla fî sebilillah idi. Hiç bir çıkar kaygısı gözetmeden, insanlardan bir şey beklemeden, cennet arzusu cehennem kaygusu duymadan yapılıyordu.

Hizmet uğruna işinden atılmış, geçim sıkıntısına düşmüş olan ve madalyayı en çok hak eden kişilerden olduğu hâlde, Sâdeddin Geylânî Hazretleri “Oğlum, biz bu işi madalya için yapmadık! Biz derviş adamlarız. Bize din ve vatan yolunda vâcib olan bir hizmetin karşılığı olarak madalya almak yakışmaz.” diyerek madalyayı kabûl etmediği gibi, hizmetlerin anlatılmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. İşgâl kuvvetleri, Arabyan Han’ında Hüseyin Nazmi Geylânî Hazretleri’nin üzerine azgın köpekleri salmışlar, köpekler etini parçalamışlardı. Hazret bundan hiç kimseye söz etmemiştir. Yıllar sonra, bir ameliyât sırasında sırtı gözükünce köpeklerin diş izleri görülmüş, durum o zaman anlaşılmıştır.

Ne mutlu onlar gibi fî sebilillah hizmet görenlere, ve ne mutlu onlar gibi olmaya çalışanlara!


Hakk’ı erden, eri Mü’min’den iste
Budur sözüm sana şikeste beste

Bu sayfa son olarak 20.05.2012 târihinde değiştirilmiştir.